12 Ocak 2019

Okunanlar | İzlenenler Temmuz '18


Ağabeyine Çiçek Taşıyan Kız-Natsuki Ikezawa
Ayrıntı Yayınları

Okuduğum bir kitabı bu kadar çok sevip de hakkında bir şeyler yazmaya çekindiğim nadir kitaplardan birisi çünkü kitabın güzelliğini nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum... Yazar, Japon bir abi ve kız kardeş ilişkisini kitabın temeline oturtup okuyucusuna derin bir yolculuk yaptırtıyor. Japonya'dan yola çıkıp başka ülkelerle birlikte Endonezya'ya doğru sürükleniyor. Bu yolculuklarla birlikte sayfalar soluksuz ilerlerken bir sanatçının kendini bulma isteği, aile kavramının ne demek olduğu, Batı ve Doğu toplumlarının düşünceleri, aynı toplumun içindeki farklılıklar gibi birçok konu ele alınıyor. Aynı zamanda bütün konuların ve bütün mekanların hepsi sakin ama bir o kadar da güçlü bir anlatım ile bir araya geliyor. Biliyorum ki kitabı ne kadar anlatmaya çalışsam da asla başarılı olamayacağım ama arka kapak yazısı kısa da olsa kitabın genel havası ile ilgili bilgileri net bir şekilde anlatıyor. 


Uyku Sersemi-Hakan Bıçakçı
İletişim Yayınları

Bir şehrin geçmişine ışık tutan mekanların kapanıp şehrin yenileşme sürecinde anıların, insanların, duyguların da çöküp gitmesini Hakan Bıçakçı o kadar derinden anlatmış ki okurken satırlar arasında kendimi karanlıklara kaptırıp yitip gittiğimi hissettim. Şehir çökerken, insanı da yanında götürüyor... 


Aşk Dersleri-Alain de Botton
Sel Yayıncılık

Büyük bir aşkla başlayan ilişkinin ilk evrelerinde genellikle insan daha toleranslı olur ama daha sonra ne oluyorsa çiftler birbirini anlamamaya başlar. Küçük şeylerden büyük kavgalar çıkar, karşıdaki kişinin düşüncelerine önem verilmemeye başlanır ya da ilk başlardaki o sabrı göstermeden ağızdan sözler patır patır dökülür. Alain de Botton da bizlere bu durumu bir çifti anlatarak gösteriyor. Evlenecek çiftler için kesinlikle okunması gereken bir kitap olsa da insanlarla olan bireysel ilişkilerimizin temeline dikkat çektiği için bu kitabı okumak için tabii ki evliliği beklememeliyiz :)


G-John Berger
Metis Yayınları

Yolu sanatla kesişen herkes John Berger'i sanat eleştirmeni ve Görme Biçimleri kitabıyla tanır ve genellikle romanıyla karşılaşınca da bir şaşkınlık durumu olur. Bu durum elbette benim için de geçerli. Bu yüzden de büyük bir hevesle kitabı alıp doğru zamanda okumak için bekletiyordum ama doğru zamanda okumadığımı fark etmem kitabın ortalarını bulup yarım bırakmak istemediğim için okumaya devam ettim. Kitapta işlenen birçok konu ve zaman atlamaları var. Yoğun bir kitap olduğu için kitaptaki boşluklar da konunun takibini ben de çok zorlaştırdı. Bu durum sadece bende mi yaşandı diye kitabın yorumlarına baktığımda tek olmadığımı anladım. Bir yandan da bu ödüllü kitabı beğenenlerin sayısı oldukça fazla. Yazar John Berger olduğu için bu kitabı ileride tam olarak anlayabilmek için tekrar okuyacağım. 


Uçan Tabut-Pınar Eğilmez
Karina Yayınevi

2018’de erken aldığıma ikinci kez üzüldüğüm bir kitap oldu Uçan Tabut (birincisi Koku) çünkü okuduktan kısa bir süre sonra kitapçıda gördüm ki yeni bir yayıneviyle ve yeni bir kapakla çıkmış. Bu üzüntümü geride bırakırsak yeni bir Türk yazarın ilk kitabının bu kadar güzel olması ve insalara birbirlerinin hayatına nasıl da dokunuklarını hatırlatmasını çok sevdim. Yazarın ikinci kitabının çıkması da güzel satırlar okumaya devam edeceğimizi gösteriyor. 


Sex and the City dizisini özleyenleri çok görüyordum ve gerçekten böyle bir özlem varmış. İzledikten sonra aşırı bağımlılık yaptığını anladım. Filmlerini çok çok özleyince izlemek istemiştim ama diziyi özleyince filmlerin ikisini de izlemiş bulundum. Filmlerden de çok bir şey beklememek lazım ama son filmin ortamının da verdiği değişikliğikle ilk filme göre biraz daha güzeldi. 


Yazın sinemada resmen film kıtlığı yaşıyordum ve gidilebilecek tek film olarak bunu görüyordum. Arkadaşım da bunu izlemeye davet edince, resmen atladım diyebilirim. Daha önce hiçbir Ocean filmini izlemedim ama bunu sevdim ama okuduğum yorumlar o kadar beğenilmiş durmuyordu. Bir yaz akşamı için kendim için oldukça uygun buldum.


Yavaş yavaş Leonardo di Caprio filmlerini izlemeye başladım ve uzun süre listemde olan gerçek hayattan olan bu filmi izlemek istedim ama bu tarz filmleri gerçekten sevemiyorum. Bol para, bol kendini beğenmişlik, bol gece hayatı, bol içkiler... En sevmediğim şeylerle dolu olsa da oyunculukların muhteşem olduğu bir gerçek. 


Geçen yıl sinemada izlemeyi çok izlediğim bir filmdi, Lady Bird. 2002 yılında, lisedeki son yıllarını geçiren ve üniversitelere başvurması için seçim yaparken annesiyle geçirdiği çetrefilli zamanları gösteren bir film. Lady Bird (kızın kendine veriği isim) ile annesi, ikisi de güçlü karakterler ve ikisi de kendi bildiklerini okumayı seven tipler. Sacromento'da yaşayan aile, Lady Bird'ü yakınlardaki katolik üniversitelerine yazdırmak isterken (özellikle anne), Lady Bird dışarıdaki dünyayı keşfetmek ister ve bunun için çabalar ama ne yazık ki derslerde istenilen performansları gösteremez.

Beklediğime değecek bir film olduğunu düşünmüyorum çünkü lise hayatında annesiyle ve hayatının akışında gelgitler yaşayan bir kızın hikayesi. Genel bir hikaye ama ele alınış şeklini yine de beğendim.


Sinemalara Mamma Mia 2 gelmişken belki filmine giderim diye hiç izlemediğim ilk filmini izlemek için fırsat buldum. Tam bir yaz filmi: Yunanistan'ın maviliklerinde geçen, eski bir aşk defterinin açıldığı, tamamı müzik dolu ve izlerken asla insanı yormuyor. Çok beğenmedim ama ikincisini de diğer yaz izleyebilirim.


Belçika'da geçen bu film gerçekten adı gibi cesaretin var mı aşka sorusunun uç örneklerini gösteriyor. Küçük yaşta bir kutu ile başlayan cesaret oyunu her adımı onları deliliğe kadar götürüyor, birbirlerine olan aşklarını öldürmek pahasına. 2003 yapımı olan Love Me If You Dare gerçek hayattaki fantastik anları La Vie En Rose gibi güzel müziklerle taçlandırıyor. 


Temmuz ayında izlediğim ve hayatımın en güzel filmlerinden biri olmuş olan Good Will Hunting filmini izlemeye başladığınız anda insanı filmin içine çeken ve yaşadığınız anı unutturan muhteşem bir film. 


Eski iki liseli aşık yıllar sonra, eskiden yaşadıkları küçük bir California kasabasında karşılaşırlar. Bir öğleden sonra birbirlerine rastladıkları andan itibaren sanki o eski anılarını tekrardan canlandırıp lise günlerine dönerler ve eskiden yapmayı sevdikleri şeyleri tekrar paylaşırlar. Bir günü hiç kesintisiz, eskilerden kopup gelen ve bunları gösteren filmleri çok seviyorum. Ayrıca film tamamen siyah-beyaz ve bu duruma o kadar yakışmış ki...


80'lerin Los Angeles'ında televizyon dünyasına tutunmak için bir grup hayatından hiç umudu olmayan ya da beklentileri bir o kadar fazla olan hepsi birbirinden alakasız kadınlar toplanır ve televizyonda boksu şov halinde gösteren bir programın oyuncuları olurlar. İzlediğim diziler bitince ve bu sırada Glow'un 2. sezonu gelmişken izlemeye başladım ama birinci sezon benim için şöyle böyleydi. Bu yüzden 2. sezonu izlemek için çok hevesli değildim ama kesinlikle 2. sezon muhteşem olmuş. Her şey çok güzeldi ve sabırsızca bütün sezonu çabucak izletti.


Abstract: The Art of Design, tasarım alanını ele alan 8 bölümlük bir belgesel. Mimari, ayakkabı tasarımı, sahne tasarımı, grafik tasarım gibi her bölümde ayrı bir tasarım alanını, o alanda ün yapmış kişilerin biraz hayatını biraz da yaptıkları işi gösteren ve her bölümde ilham verip ufuk açan mükemmel bir belgesel. Yılın başlarında izlediğim Hamlet tiyatro sinemasının sahnesine bayılmıştım ve bu belgesel izlediğim sahne tasarımcısının o sahneyi ve daha nice muhteşem konser, sergi, tiyatro sahnelerini hazırladığı öğrendim. Benim için şahane bir izleme süreci oldu. 


Son zamanların en güzel ve en sürükleyici dizilerinden biri olan Anne with an ''E'', insanı resmen ilkokul dönemlerine götüren hem ağlatan hem de sıcacık sahneleri olan insanın içine dokunan bir dizi. Kanada yapımı olan bu dizinin iki sezonunu da ara vermeden hatta bir günde 7 bölümünü birden izleyerek nasıl bir bağımlılıkla izlediğimi anlatmış olabilirim. Daha önce kitabını okumadım ve hatta  kitabı o kadar ilgimi bile çekmezdi, neden bilmiyorum. Fakat bu dizi kitapla ilgili bütün düşünceleri mi yıktığını söyleyebilirim. 


Haziran ayında nasıl çok kitap okuduysam, bu ay daha çok dizi ve film ile geçen bir ay oldu, sanırım biraz bu duruma ihtiyacım varmış. 

1 Aralık 2018

Okunanlar | İzlenenler Haziran '18


Bulut Atlası-David Mitchell
Doğan Kitap

İçinde altı farklı hikayenin, altı farklı zamanın ve bu altı farklı hikayenin kendine has bir üslubun bulunduğu bir kitap. Konusuna baktığımızda bile ilgi çekici ve değişik bir şeylerin okuyucuyu beklediği belli ve zamanında filmi sinemaya girince nasıl yankılandığını hatırlıyorum ama yine de okuma serüvenimde kötü bir zamanı seçtim. Parça parça ilerleyen ve geriye dönüşler, geleceğe dair bir şeyler barındıran bir kitapta bir de üstüne uzun süreli okumalar sağlayamayınca kitapta bazı şeyleri anlayıp çoğu şeyi de anlayamadım. Yanlış zamanda yanlış kitabı okuduğumu başından itibaren fark etsem de kitabı bırakmamakta direndim ve sonuç olarak kitabı anlamadığım için sevmedim. Kitabı Haziran'da okuyup filmini de beş ay sonra Kasım ayında izleyince (ve bu yazıyı yazmak için 5 ay ertelediğim ortaya çıkıyor :)) sanki ben bu olayları bir yerden hatırlıyorum ama nerden hatırlıyorum gibi bir etkisi oldu. Kitabı aslında filmle birlikte hatırladım ve anladım. Kitabı okuduğum dönem çok bunaldığım için kitabı uzun bir süre boyunca tekrar okumak istemiyorum.


Kabuk Adam-Aslı Erdoğan
Everest Yayınları

Bir dönem D&R mağazalarında Aslı Erdoğan ve başka kitaplarda 3 al 2 öde vardı ve mağazayı gezerken yanımda bir arkadaşım Kabuk Adam'ı öyle övdü ki zaten okumak istediğim kitaplardan biri olunca hemen almıştım. 1001 kitap etkinliğinin Haziran ayı kategorisi olan ''En çok okumayı istediğin bir kitap'' kategorisine uyunca bu kitabı daha fazla ertelemek istemedim. Aslı Erdoğan'ın başından geçenleri, 24 yıl önce yazdığı bu kitapta okuyunca bir an kendimde bir maceraya sürüklenme isteğinin oluştuğunu saklayamam. Bu kitabı kim okursa okusun herhalde herkes aynı soruyu sorarak kitabın kapağını kapatır ve sonra kendi hayatımıza bakarız: Kimlerin gelip geçtğini ve şu an ne yaptıklarını düşünürken cevabını bulamadığımız sorularla kaldığımız yerden devam ederiz...


Güç-Naomi Alderman
Misis Kitap

Misis Kitap'ın en sevdiğim kitaplarından biri. Bu kitabın basılmasından önce arkasındaki heyecanı, emeği ve zorluklarını dinlemenin etkisi de var tabii. Kitaba başlamadan önce benim için en can alıcı noktası, en sevdiğim yazarladan biri olan Margaret Atwood'un övgü sözleri. Bu durum tanıtım ürünü olsa da bu cümleleri okumak insana, hikayesi güçlü bir kitap okuyacağını hissettiriyor ki ilk satırlarda da bu durum kendini belli ediyor. Dünyada her şey bildiğimiz düzende giderken genç kızlar içlerindeki gücü fark etmeye başlayıp insanları elleriyle dokunarak öldürebilecekleri bir elektrik gücüne sahip olduklarını keşfediyorlar. Beklenmedik olan bu gelişme var olan düzenin alt üst olmasına sebep oluyor. Mevcut düzen daha mı iyi daha mı kötü, yoksa sadece insan olmakla alakalı bir durum mu gibi sorular sorduyor. Kitabı genel olarak sevsem de açıkçası yazım dili beklediğimden farklı çıktı ve kurguda da bazı eksiklikler hissettim ama yine de bize muhteşem bir hikaye sunuyor. Naomi Alderman, ''Ya güç kadınların ellerinde olsaydı?'' sorusunu düşündürüp bu durum için alternatif bir dünyayı da gözler önüne seriyor.  


Kumların Kadını-Kobo Abe
Monokl Yayınları

Ne zaman Japon edebiyatından bir kitap okusam sanki bambaşka bir dünyanın içine çekilip var olan her şeyi de olağan bir durummuş gibi kabulleniyorum. Kumların ele geçirdiği bir köyde, her gün kumlardan temizlenmesi gereken bir evde yaşamanın bir normal olduğunu bir süre sonra kabullenmem gibi...


Gılgamış Destanı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

İnsanlık tarihinin ilk yazılı metni olan Gılgamış Destanı gösteriyor ki insandaki güce sahip olma ve ölümsüzlüğe ulaşma arzusu varlığını daima koruyor. Birey kim olduğunu, hayattaki amacının ne olduğunu ve bu hayatta kendisinin nereye ait olduğunu sorgulaması ise hiç bitmiyor. Bu metni okurken fark ettiğim şey ise beni bir o kadar şaşırttı: Dilini anlamayacağımı düşünürken aslında ne kadar yalın bir dili olduğunu, aynı zamanda karakterlerin davranışlarını da sanki yakın geçmişimizde yaşanmış gibi anlamlandırabiliyordum. Bildiğimiz bir çok metnin kaynağı olan bu destanı okuyup hakkındaki videoları izleyince geçmişten günümüze ışık tutan değerli bilgilere sahip olma açısından tam bir başlangıç kitabı.


Satranç-Stefan Zweig
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Instagram'da en çok okunan kitaplardan biri olan Satranç'ı bir ara o kadar görüyordum ki bende okuma isteğini öteletmişti :) Bu kitap hakkında diyecek fazla bir şey yok. Kısacık bir okuma süresince en yoğun duyguları hissettiren satırları barındırıyor.


Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog-Osman Çakmakçı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Bir gün yalnız kalmışsınızdır ve canınız da hiçbir şey yapmak istemez. Fakat birisiyle muhabbet edip o puslu havanızı dağıtmak istediğinizde kimi arayacağınızı bilemezsiniz. Arasanız da kelimelerin yetmediği bir ruh halindesinizdir. İşte böyle bir anda sizi sohbetine dinleyici gibi davet eden bu kitabı elinize alın. O konuşsun siz sadece dinleyin...


Fahrenheit 451-Ray Bradbury
İthaki Yayınları

Bu kitabı alıp okumak için ne kadar ertelediğim kitap baskısından belli oluyordur sanırım :) Nasıl bir efsanedir...


Vejetaryen-Han Kang
April Yayıncılık

Bu ayın teması okumayı en çok istediğim kitaplar olduğu için bu ayı yine ertelediğim ama çok ertelemediğim bir kitapla kapatıyorum. Üç bölüme ayrılmış kitabın ilk bölümünde Yeong-hye'nin vejetaryen oluş sürecini yakın çevresinden okuyoruz. Zaten bu süreci yaşayan biri ne kadar anlatırsa anlatsın eğer karşısındaki kişi et tüketmeyi seviyorsa yaşanan durumu anlayamaz. Yeong-hye'de de bu durum değişmiyor: Ailesi bu durumu kabullenmiyor ve et yemesi için fazlasıyla baskı yapıyor. Küçüklüğümden beri balık, tavuk yiyemeyen ve kırmızı eti de sadece kıyma formunda tüketen biri olarak et yemem için fazlasıyla zorlanmış ve ailem tarafından da kabullenilmesi yıllar aldığından kitaptaki bu sürece yabancı bir gözle hiç bakmadım. Bu durumun yanısıra Yeong-hye'de ruhsal olarak hastalığa doğru uzanan bir değişim var olduğu için bu süreç hem kendisi hem de çevresi için sancılı geçiyor. Karanlık bir kitap olsa da yazarın anlatım dilinde lirik bir geçiş var, sanki sert bir kabuğun altından çiçekler açılacakmış gibi...



IMDb'de zamanında dolaşırken This Beautiful Fantastic'in posterine hayran kalıp konusu da hoşuma gidince izleme listeme almıştım. Bella, çocuk hikayeleri yazan aynı zamanda kütüphanede yaşamını devam ettirebilmek için çalışan birisi, üstelik tuhaf takıntıları da oldukça fazla. Bir gün kapısı çalar ve bahçesini düzenlemediği için ya evden çıkmasını ya da belli bir süre içinde bahçesinin düzeltilmesi söylenir. Bahçe ile uğraşmak onun için hiç kolay değildir, aynı zamanda ev sahibi ve komşusu olan oldukça sinirli bir amca ile de uğraşmaktadır. İzlediğim en güzel filmlerden biriydi. 


Phantom Thread'i sinemada izleyebilmek için geç kaldım ve internette görünce bekletmeden izlemek istedim. 1950'ler İngiltere'sinde geçen filmde, Reynolds ünlü bir modacıdır ama tutkusunu kaybetmiştir. Kendisini toparlamak için gittiği bir yerde Alma ile hayatı kesişir. Alma ile birlikte kaybettiği tutkusunu bulup, Alma'nın da hayal dahi edemeyeceği günleri yaşatır. Farklı dünyalarda yaşayan bu insanların beklentilerinin birbirlerini karşılayamaması sonucunda da sorunlar ortaya çıkar. Filme karşı büyük beklentilerim vardı daha çok modayla ilgili bir şeyler görmeyi bekliyordum ama daha çok bir modacının ruhsal haliyle ilgili. Umduğumu bulamadığım durumlar olsa da oyunculukların muhteşem yansıtıldığı bir film.


Netflix, bu filmi çıkmadan anasayfaya o kadar çok düşürdü ki boş bir zamanımda hadi izleyim dedim. İki işkolik ve takıntılı patronların asistanları kurnazlıklar yaparak bu iki patronu birbirine aşık etmeye çalışır çünkü böylece kendi iş yükleri azalmış durumda olacaktır. Sıradan bir filmdi ama asistan kızın evinde yaşamayı da çok istediğim anlar da olmadı değil :)


Margaret Atwood'un Nam-ı Diğer Grace adlı kitabından uyarlama mini diziyi gördüğümden beri izlemek istiyordum ama kitabını okumadan izlemem dedim. Şubat'ta kitabını okuyunca bu sefer de Alias Grace'i izlemek için beklettim çünkü bu kadar karanlık bir diziyi izlemeye ruh halim uygun değildi. Diziye uyarlanması çok başarılıydı, bazı eksik kısımlar olsa da bence kitabı çok başarılı bir şekilde yansıtıyor.


Bu ayı da İdil Biret'i ilk kez dinlediğim konseriyle en güzel şekilde kapatıyorum.

21 Ekim 2018

Okunanlar | İzlenenler Mayıs '18


Tess of d'Urbervilles-Thomas Hardy
Altın Kitaplar

Fakir bir aile olan Durbeyfield’ler, köylerindeki peder sayesinde çok varlıklı bir aile olan d’Urberville ile akraba olduklarını öğrenirler ve zenginliğe ulaşacakları için çok mutludurlar ama bu ailenin bütün fertleri ölmüştür. Bu yüzden, ortada ne köşkleri kalmıştır ne de herhangi bir mal varlıklıları. Umutları suya düşün bu aile günün birinde, d’Urberville ailesinden birilerinin hala yaşadıklarını öğrenirler ve büyük kızları olan Tess’i, aileyi fakirlikten kurtarması için erkek kuzeni olan Alec d’Urberville’e yollarlar. Tess’in geleceği ise bu yolla birlikte sonsuz çabalamalara doğru ilerleyecektir. Thomas Hardy, karamsarlığı, umutsuzluğu ve pişmanlığı o kadar iyi anlatıyor ki okudukça sanki bir Yeşilçam filmindeki fakir ama gururlu bir kızımızın girdiği her yolda bataklığa batmasını izlerken verdiği sinirlenme hissini anımsatıyor. Bu kitaptan uyarlama olan 1979 yapımı Tess filmini yöneten Roman Polanski ise o Yeşilçam hissini bıraktırıp muhteşem bir dram izletiyor ve filmin müzikleri ise bu mükemmelliği taçlandırıyor. Açıkçası filmini kitaptan daha çok sevdim ve müziğini tekrar tekrar dinleyeceğim. 

@pinuccias ile konuşurken bu kitabın ne kadar çok farklı isimle çevrildiğini fark ettik. @pinuccias ilk ikisini fark etmiş, sonuncusu da benimle konuşurken ortaya çıktı :) Başka bir yayınevinden Teresa, Altın kitaplar’da Hayat Bağları, filmden sonra ise Tess diye başlık atılmış. Sanki hepsi başka kitapmış gibi düşünüp hepsinin aynı kapıya çıkması eski kitaplarda çokça yaşanıyor :)



Tiffany'de Kahvaltı-Truman Capote
Sel Yayıncılık

Yıllardır okunmayı bekleyen kitaplardan biriydi Tiffany'de Kahvaltı ama sayfaları çevirdikçe heyecanım o kadar azaldı ki bu kitap için mi bu kadar beklemişim dedim :( Yine de bu kitap sayesinde yıllardır izlemek için beklediğim filmini izlemek için bahanem kalmamış oldu.


Koku-Patrick Süskind
Can Yayınları

Yine yıllardır okunmayı bekleyen kitaplardan biri daha... Okuduktan sonra ise neden biraz daha beklemedim diye hayıflandım. Sebebi ise ben okuduktan birkaç ay sonra şahane bir kapakla yayımlanması. (O yeni kapaklı versiyonunu da almadan içim rahat etmeyecek) Muhteşem bir kitap ve harika bir kurgusu var. Açıkçası bu şekilde ilerleyeceğini tahmin bile etmemiştim. Bu ay okuduklarım içerisinde en sevdiğim oldu.


Sıkı Kontrol Edilen Trenler-Bohumil Hrabal
Everest Yayınları

II. Dünya Savaşı sonrası Çek edebiyatında önemli kitaplardan biri olarak kabul edilen 1965 yılında yayımlanan Sıkı Kontrol Edilen Trenler’den uyarlanan film ise 1968 yılında Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde Oscar ödülü almıştır.

Miloš istasyondaki ilk görev gününde oldukça heyecanlıdır. Lokomotif makisinistliğinden emekli olan babası gibi trenlerle haşır neşir olacağı için de bir o kadar gururludur. Görevi ise savaş zamanında Çekoslovaya’daki tren istasyonundan geçen trenlerin geçiş kontrolünü sağlamaktadır. Bu kısacık ve mizah dolu romanda, Miloš’un kendini bulmaya çalışmasını okurken aynı zamanda bu sessiz kasabadaki bütün hareketi ve savaşın gerçekliğini bize yansıtır. 

Kısacık bir kitap ama detaylarını hatırlayamadığım bir kitap olarak kaldı aklımda. Belki de kendimi vererek okuyamadığım kitaplardan biri. O yüzden bu kitabı tekrar okumak istiyorum. 


Koleksiyoncu-John Fowles
Ayrıntı Yayınları

Geçenlerde bu kitap hakkında kendi çapımda korkutucu bir gelişme yaşadım. Üşengeçliğimin son seviyesinde olarak okuduğum kitaplar hakkında fikirlerimi 4-5 ay sonra yazınca her şeyi çok net hatırlamıyorum ama Mayıs ayında okuduklarımı Instagram'a aktaracağım diye okuduğum kitapların konularını hatırlamaya çalışırken Koleksiyoncu ile ilgili hiçbir çağrışım aklıma gelmedi. Arka kapağı okudum, sayfalara göz attım ama kitap aklımda resmen bir boşluk olarak kalmış. Daha sonra @pinuccias ile kitapçıda gezerken bu kitabı hiç hatırlamadığımı söyleyince arka kapağı okudu hala mı yok dedi. Hayır hatırlamıyorum diye korku dolu fikirler aklımdan geçerken saniyeler içerisinde bütün kurgu gözlerimin önünden geçti ve sonunda her şeyi hatırladım. Bu durum beni o kadar çok korkuttu ki üşengeçşiğimi bir kenara bırakmamı sağladı diyebilirim.

Uzun bir girişten sonra kitaba gelecek olursak, Fowles kitaplarından önce Büyücü'yü okuyup sevince Koleksiyoncu'ya pozitif duygularla başladım. Sayfaları çevirdikçe o pozitif duygular yerini korkuya bıraktı çünkü kurgusu insanı fazlasıyla geriyor. Kelebek koleksiyoncusu Frederick, toplumda yalnızlık çeken ve insanlarla iyi anlaşamayan birisi. Piyango çekilişiyle maddi zengilinliği olup alt kültürden biri olarak sayılan Frederick, bambaşka bir kültürle yetişmiş olan sanat öğrencisi Miranda'ya rastlıyor. Frederick için Miranda bir takıntı haline geliyor, onu gözlüyor ve onu adeta bir koleksiyon parçasıymış gibi görüp bir gün onu kaçırıyor. İki kahramanın da gözünden gördüğümüz bu kitap, psikolojik gerilimin yüksek olduğu ve aynı zamanda toplumdaki sınıflanmaya dair gözlemlerin çok iyi aktarıldıp bir otorite gücüne sahip olma isteğinin ne boyutlara gelebileceğini gösteriyor. 


Duvardaki Kapı-H.G. Wells
Kırmızı Kedi Yayınevi

Babil Kitaplığı'ndan olan Duvardaki Kapı, içerisinde farklı öyküler barındırıyor. Yazarın hayalgücü ve bunu aktarırken okuyucunun aklında oluşturduğu betimlemeler fazlasıyla büyülü ve canlı. Birkaç hikaye hariç gerisini fazlasıyla sevdim ve ileri bir zamanda tekrar okuma isteği oluşturdu.


Her Marvel filmine gitmem ve izlediğim filmler de birkaç tanedir. Avengers-Infinity War, her bir karakteri görebileceğimiz ve savaşın başladığı bu filmi izlememin en büyük nedeni Doctor Strange karakteri ve Benedict Cumberbatch diyebilirim :) Bu Marvel filmleri öyle bir görsel şölen ki filmden çıktıktan sonra insanın gerçekliğe dönmesi biraz zor oluyor :)


Sinemada izlemek istediğim filmlerden biriydi ama vizyonda kaçırınca evde izledim ve iyi ki vizyonda izlememişim diye sevindiğim nadir filmlerden. Çağdaş sanat ile alakalı The Square, bence oldukça rahatsız edici ama bazı gördüğümüz sanat eserlerinin bile bizi bu kadar çok rahatsız etmesini de bir o kadar iyi yansıtıyor. 


Romantik, dönem, duygusal ve bizden olan bir şeyler izlemek istediğim bir günde Netflix'te listemde olan Kelebiğin Rüyası'nı görünce evet, aradığım bu diyerek bu filmi daha fazla ertelemek istemedim. Nasıl güzel bir filmmiş...


Breakfast at Tiffany's filmini izleyebilmek için kitabını okumayı bekliyordum ve kitap bitince ara vermeden sonunda izledim. Audrey Hepburn güzelliği gerçekten insanı büyülüyor ama film o büyük beklentilerimi karşılayamadı, aynı kitapta olduğu gibi.


Ara ara göz göze gelip ertelediğim filmlerden biri daha, Lost in Translation. Zaman zaman ruh halim seyahat etme isteği ile dolar. Başka ülkede kaybolurken o ülkede tanıdık bir şeyler hatta duygular bulmayı beklerken, karşılaştığın sürprizlerle o ülkenin seni bambaşka hissetirmesi gibi bir film arıyordum ve istediğimi tam olarak izlememe olanak sağladı. 


Son zamanlarda hızlıca ve severek izlediğim dizilerden Sex and the City'i bitirmiş oldum. Keşke birkaç sezon daha devamı olsa desem de kısır döngüye daha fazla girmeden olabilecek en iyi şekilde bitmiş oldu.


İlk sezonlarda hiç severek izlemediğim New Girl dizisine sonradan öyle bir bağımlı oldum ki 7. sezonun final sezonu olduğunu son birkaç bölüm kala öğrendim ve çok üzüldüm. Bu beşliyi fazlasıyla özleyeceğim :(

   
Mimari ve evlerle ilgili bir şeyler izlemeye bayılıyorum. Dünyadaki oldukça değişik mimariye sahip evleri gösteren bu programda İngiliz bir mimar ve İngiliz bir oyuncu evleri gezip ev sahipleriyle veya mimarlarla konuşup evleri tanıtıyorlar. İzlemesi o kadar keyifli ki program da küçük mizahlar da bulununca sanki bu evi arkadaşınız tanıtıyormuş izlenimi veriyor. Bazı evler tatmin etmeyebilir ama ben hepsini görüp, bulunduğu mekanlara da hayran hayran kalarak izledim. 


Haftalık olarak her yeni bölümünü izlediğim Once Upon A Time dizisi de 7. sezonuyla dizi finalini yapmış oldu. İlk sezonlarını büyük bir zevkle izledikçe sonraki birkaç sezonda zoraki izliyordum ama sonradan yeniden tempolarını bulduklarında finalde yaklaşmış oldu. Bitmesine üzülsem de artık bitmesi gerekiyordu ve daha fazla uzatmadan dizi de yerinde bitmiş oldu.


Ömrümde en çok istediğim şeylerden biri olan Fazıl Say'ı canlı canlı dinlemek şükürler olsun ki gerçekleşti. Mayıs olmasına rağmen, çok soğuk bir Ankara akşamında, Bilkent Odeon sahnesinde biletim o kadar iyi bir yerdendi ki Fazıl Say ile göz göze gelebiliyordunuz. İki bölümden oluşan Hermias konserinin ilk bölümünde muhteşem sesi olan Serenad Bağcan ile Fazıl Say'ın Şarkılar'nı dinliyorsunuz. İkinci bölümde ise Bilkent Senfoni Orkestrası ile birlikte Selçuk Yöntem'in hikaye anlatıcılığı, Fazıl Say, Serenad Bağcan ve İbrahim Yazıcı birleşerek müziksel doyumda üst sınıra ulaştırıyor. O kadar çok mucizevi saatler geçirdim ki asla bitmesini istememiştim. 


Görüldüğü üzere Mayıs ayı okunan birçok kitapla, biten dizilerle, izlenen filmlerle ve en çok istediğim konserlerden birine gidebilmemle muhteşem bir ay geçirdim. 

14 Ekim 2018

Okunanlar | İzlenenler Nisan '18


Monte Cristo-Alexandre Dumas
Altın Kitaplar

Benim için fazlasıyla inişli-çıkışlı bir okuma oldu, Monte Cristo Kontu. Büyük bir merakla başlayan kitap bir süre durgunlaşıyor ama kurgu o kadar harika gidiyor ki okudukça daha da güzelleşecek biliyorum ama bazı durumlarda devam ettirebilmek oldukça zor oluyor çünkü daha önce okuduklarımı bir an unutmuş hissediyorum. Fakat devam ettikçe size her şeyi hatırlatıyor zaten. Çok keyifli bir serüven oldu benim için. Nisan'dan beri filmini izleyecektim ama üzerinden zaman geçmesini istedim ve seneye izlemek üzere erteliyorum.


Günden Kalanlar-Kazuo Ishiguro
Yapı Kredi Yayınları

İngiliz malikânesi son başuşaklarından biri olan Stevens, geçmişinde tanıdığı birisini görmek için yola çıkar. Bu yolculuk halinde ise bir uşak nasıl olmalı, neler yapmalı gibi temkinli bir şekilde mesleğini anlatır. Fakat hayatına dair anlatmadıkları ise kelimelerin arkasından insanın kalbine dokunup hüzünlendiren bir şeyler barındırır. Sanırım, her insanın kendi hayat koşturmacasında üzerini kapattığı ve sonra geriye dönüp baktığında geç olduğunu fark ettiği durumları yansıttığı için Stevens’ı anlatmadıkları bu kadar çok kalbe işliyor...

Okuduktan sonra filmi olduğunu öğrendiğim bir kitap ve sanırım yıl sonuna kadar izlemiş olurum çünkü fazlasıyla merak ediyorum.


Baltasar ile Blimunda-Jose Saramago
Kırmızı Kedi Yayınevi

Bundan önce okuduğum Jose Saramago kitabından sonra bir süre Saramago okumaya ara veriyorum dedim ama yapamadım. Hem merak ediyordum hem de bu ay okuma temamla (Nobel Ödüllü Yazarlar) örtüştüğü için aldım elime kitabı. Aldıktan sonra pişmanlık başladı ama devam etmeyi sürdürdüm çünkü konu oldukça ilginç bir biçimde ilerliyordu. Yine de istediğim keyfi alamadım, Saramago okumak beni fazlasıyla yoruyor...


Sevgili-Marguerite Duras
Sel Yayıncılık

Şimdi yazmaya kalkınca fark ettim ki bu kitabı hiç sağlam kafayla okumamışım ve hakkında yazacak bir cümle bile yazamıyorum. Bu yüzden, tekrar okumak için notumu aldım.


Momo-Michael Ende
Pegasus Yayınları

Kitabı anlatacak kelimeler düşündüm, cümleler yazdım sildim... Fakat Momo’yu en iyi anlatan bu sözden başka hiçbir şeye ihtiyaç kalmıyor: “Zaman hayattır ve hayat kalbimizdedir.” 


Değişim-Mo Yan
Can Yayınları

Değişim, her ne kadar uzun öykü olarak belirtilmişse de Mo Yan’ın anılarından oluşan bir kitap. Çin’deki ve yazarın kendisindeki değişimleri anlatıyor. 

Daha önce istediğim halde hiç Mo Yan kitabı okumayıp bu kitapla başlangıç yaptığıma kendi adıma seviniyorum çünkü yazarın, yazarlık adımlarını nasıl tırmandığını öğrenmiş oldum.(Okuduğum yorumlara göre bazıları ise birkaç Mo Yan kitabı okuduktan sonra okumayı daha uygun bulmuş) Keşke biraz daha uzun anlatsa diye hayıflanmamak da elde değil ama birkaç kitabını okuduktan sonra tekrar bu kitabını okuduğumda daha farklı bir tat alacağımı biliyorum.


Mad Men'den tanıdık yüzler göreceğiniz Glow dizisini, ilk sezon pek severek izlemediğim için ikinci sezonunu izlemeyecektim. Fakat Netflix önüme Glow'u çıkarıp durdu ve ben de dizi boşluğundayken hadi izleyeyim dedim. İlginçtir ki ikinci sezonu merakla izledim ve bu sefer daha çok hoşuma gitti. 3.sezonu beklemeye başladım bile :)


Sex and The City'nin 4. ve 5. sezonlarını da çok hızlı bir şekilde bitirdim. Sona doğru gittikçe insan daha çok sevmeye başlıyor bu diziyi.


Geçen sezon Ankara'da tiyatro sinemaları gösteriliyordu ve kaçırmak istemediklerimden biri ise Hamlet ve Benedict Cumberbatch'ti. Oyunculuklar mükemmeldi. Daha da çok bayıldığım şey ise sahne tasarımı ve sahnenin kullanımıydı. Adeta bir görsel şölen ve neden bizde yok diye yine hüzünlendim. Sahne Tasarımcısı Es Devlin, muhteşem işler başaran birisi ve kısacık da olsa Hamlet ile ilgili detayları Netflix'in Abstract: The Art of Design'da Stage Design bölümünde bulabilirsiniz.

Nisan, benim için bol kitaplı bir ay oldu. Uzun zamandır böyle olmadığı için bu duruma da çok sevinerek yolculadım bu ayı :)